11 Eylül 2013 Çarşamba

Türkülerin Dağılması

50 yıldır türkü dinlerim. Hemen hepsini de anımsarım.

Türküleri sevmem. Popüler kültür olduğu için onlarla ilgilenirim. Onlar üzerinden tarihin ve kültürün faylarını izlemek mümkündür çünkü.

Bir saptama:

Türküler dağıldı. Biraz arabesk, biraz da fantezi bir dağılma bu.

Çokseslilik, Atatürk’e 50 sazla çoksesli müzik yapmalarından daha vahim durumda. Ancak, ana izlek bu değil.

Elektrosazın, diğer tüm çalgılar gibi, otantik müziğe kattıkları ve ondan götürdükleri hala tartışılıyor. Ancak, üzerinde çalıştığım konu bu da değil.

Genelde armonide bir doku yayılması var. Gevşeme ve yavşama burada.

Türkü genelde ağıt, yani trajedi ağırlıklıdır. Oysa, şimdilerde trajikomik ve melokomik var artık. Örnekse, HES türküleri rezil rüsva durumda.

Örneklersek:

Rahmetli Neşet Ertaş 50-60 yıl dağılmadan yol aldı.

Eskilerden sağ kalan nadir sanatçılardan Muazzez Turing ise, bu dağılmadan nasibini almış. Mihenktaşı saydığım bir gösterge onun dağılması.

Burada 2 tartışma odağı var:

Bir:

Balenin İtalyan halk danslarından ve cazın Amerikan halk müziğinden doğması olgusunun burada yaşanmaması.

İki:

Yeni Orta Çağ göstergesi olarak bu gevşeme.

İrdelemeler:

Bir:

Bizdeki 1960’lardan gelen Anadolu Folk ve Anadolu Rock geleneği çok güçlü. Şimdiki türkülerin bu izlekle yakından uzaktan ilintisi yok. Niyet de yok.

İki:

Kötü olanın iyi olanın yerini alması bağlamında, kitlesel yanlış kültürel seçim, faşizmde veya engizisyonda da mevcut. Bu açıdan, saptamamız, daha genel bir denkleme taşınmış oluyor.

Şerhler:

Bir: Tüm dekadanslar negatif değil ve/ya istisnasal olarak işlevsel dekadanslar da mevcut. İki: Kitle / halk / vd her zaman en kötüyü seçmez.

Bu durumda çıkarsama şu:

Türkülerin son 50 yıllık dejenerasyonu, köylülüğün kentliliği dejenere etmesi ile kültürel olarak çakışıyor. Burada kabahat, köylülerden çok kentlilerde / burjuvalarda.

Sonul çıkış şerhi:

Bu dejenerasyon, aynı zamanda yeni kültürel oluşumların başlangıcı olmakta. Sonucunu biz şu an yaşayanlar görmeyeceğiz.


2 Ağustos 2013 Cuma

Tepecikli: Kibariye



Tepecik, İzmir’de bir semtti, kerhane semti. Sonra adı Yenişehir oldu. 1960’larda Çingene merkeziydi aynı zamanda...

2010’larda İstanbul  Dolapdere’de, Yenişehir diye bir semt daha var: Yine Çingene merkezi ama şimdilerde orada Kürtler ve Zenciler, Çingeneler’le japon kale maçı sürdürüyor ve giderek öne geçiyor.



Aahh Benjamin aahh:

Ne vardı Asya’ya kafayı takıp, Stalin’i eleştirip, Koestler’ce ve Stalin’ce öte yana postalanacak. Yaşayacaktın ve çirkin bir moruk olacaktın ama biz de estetik adına on bin sayfa daha kazanacaktık ve bir de 400 bin kupürünü... Ve bir de yalnınca alıntılardan oluşan eserini (Quotations)...

Aahh Kibariye aahhh:

Ne vardı o taksi şöförüne takılacak?

Neyse, özel konudur geçelim.

Kibariye yine döktürmüş. (Bendeniz popüler ve banal altkültürlerin hepsini günü gününe izleyemiyorum, anca gördüm bu klibi.)

Efeniim:

Klip ki ne klip ama:

Kibariye diskoya girer. ‘Dım ças, dım ças’ tekno müzik çalmaktadır. Kapıda Kibariye görünür. DJ abimiz ona bakar. Bir sessizlik olur. Müziği keser. Kibariye herkesi selamlayarak içeri girer ve şarkı başlar:

‘Tepecikli’...

Sonrası, ‘dım ças, dım ças’ Çingene göbek havası... Aynı hamam aynı tas...

Haa, artı bir de bu metin yazılır işte...

Bir de şu kabus-gündüzdüşü:

Walter ve Kibariye, ne ikili olurlardı ama...

Walter, aşkından şarkıcı ve/ya taksi şöförü...

Acaba hala yazar olabilir miydi veya kalabilir miydi, o koşullarda?

Ya da Kibariye, Benjamin’in profesör karısı olarak ne yapardı acaba, örneğin ‘garden party’ davetlerde, sergi açılışlarında?

Onu gömüp, ‘Yastayım’ şarkısını söylerdi bence...



9 Nisan 2012 Pazartesi

Terminus Terminatör müdür?

Terminus Eski Roma’da yol sınırlarını koruyan tanrı imiş.


Sınırları koruyan tanrı sınırları geçenleri ne yapar? Terminatör gibi onları katl eder mi?

Çağdaş yaşamda sınır işaretlerini marjinaller koyar, çizer, imler. Genellikle de sınırın bir öbür yanına, bir bu yanına gregef dokurlar.

Tabbi Terminus aslında gerçekte bir hırsızlık olan özel mülkiyeti korur ya da onu korumak için tasarlanmıştır. Yani normallerin mülkiyetini korur, marjinallerin özgürlüğünü değil.

Uğruna adak olarak kurban kanı kullanıldığı düşünüldüğünde, insanların mülkiyetlerine dokunana ne yapacakları başta belli olmuş demektir.

Terminus belki değil ama mülkiyetlerinin sınırlarını koruduğu normaller, kesinlikle terminatördür.

28 Mart 2012 Çarşamba

İnsanlar Kumarı Neden Severler?

Bir: Kaybetmeyi severler.

İki: Kazanmayı severler.

Üç: Arada kalmanın heyecanını / adrenalinini severler.

Üç, Bir ve İki’den bağımsız bir durum olduğu için; Bir, İki, Üç, Bir-Üç, İki-Üç olmak üzere, 5 durumumuz var demektir.

Ayrıca, günümüz neo-liberal kurallarında insanlar sınıf atlamayı ve bunun için kumar oynamayı severler ama burada kumardan kazanma çok uzun vadeli ve elinde tutma süreci kazanmadan bağımsız olduğu için, sınıf atlayabilecekler ile sınıf atlamışlar arasında bir fark oluşur. Aradakiler, sağlıksızlık, şanssızlık, küçük hatalar nedeniyle oluşabilir.

Kumar bir oyundur ama oyun oyunamayı sevdiği için kumar oynayan az insan vardır.

Kumarda büyük paralıların küçük paralılara karşı kazanma avantaj vardır ve bu göze pek çarpmayan adaletsizliktir. Zaten kumarın kendisi adaletiszidir de belki o yüzden öyledir. Yine de adaletsizliği seven büyük paralıların bir bölümünün şu ya da bu biçimde kumar oynadığı keinama daha çok kazanmayı seven kesimden olanlar.

Kumar, seçim yapmayı ve karar vermeyi gerektirir ki olağan inanlarda en az bulunan özelliklerden birkaçı bunlardır. O nedenle, olağan insanların seçimlerdeki oy verme biçimleri daha çok kumar oynamayı andırır.

Rus ruleti gibi, kumarın ölüm-yaşam kazanma-kaybetme sınırında dolaşanları da vardır. en doyumsuz kumarbazların bunları oynadığı söylenir.

Kumar gerçek yaşamın küçük ölçekli bir simülasyonudur. Nasıl ki uzun süreli kumarlard çoğ kişi aşağı yukarı tapi olursa, olağan yaşamların çoğu da tapi biter.

(26 Mart 2012)

Oyun, Kumar ve Av

İngilizce’de bunlar için tek sözcük vardır: ‘Game’.

Kumar ve av oyun çeşitleridir. Bazıları yaşatıcı ve yeni bir şeyler öğreticidir ve bazıları da öldürücü ve bildiklerini yitirticidir.

Bu açıdan oyunun kognitif-informatik yönünü ortaya koyarlar: İnsan türü, evriminin milyonuncu yılında bile, doğrudan değil de, oyunla, dene-yanıl ile, yitir-kazan ile öğreniyor durumda hala.

Çocuk oyunları arasında ticari kartların kumar olarak kullanıldığı oyunlar ortaya çıktı. 1960’larda çocuklar kumarı kendileri yaratırlardı. Neo-liberalizm, yasak olmasına karşın, çocuklar için kartları kumar için düzenlemiş durumda.

Bu durumda, nasıl ki yetişkinler için olan sanal evren oyunlarında puanlar gerçek para ile alınıp satılıyorsa, çocuklar da bunun için hazırlanıyor duruma gelmiş olmaktayız.

Hani Bush, 11 Eylül 2001’den sonra kalkıp, her Yanki’nin birinci vatandaşlık görevinin AVM’lerden alışveriş yapmak olduğunu önesürmüştü ya, onun gibi bir şey.

Çocuklara kredi kartı verdiler o bile yetmedi, şimdi bağımlılık yaratma aşamasına vardılar, çocuk oyunlarına kumarı soktular.

Tabii burada, avcı % 1’lik mutlu azınlık, avlanan % 99 mutsuz çoğunluk olmakta.

Para makinaları, nasıl arada bir birine kazandırırsa, bu oyunlarda da  biri arada bir kazanmakta ve asıl kazanan manocu olmakta.

Manocu dolar milyarderleri kümesi, 10 yılda bir üçte bir oranında yenilense de, birileri hep kazanmak ve birileri hep kaybetmek konumunda kalıyor sonuçta.

(20 Mart 2012)

Huizinga-Benjamin Dikmesi

Huizinga ‘Homo Ludens’ kitabı ile oyun oynayan insanı tanımlar.

Benjamin, gündelik yaşamın kültürolojisinin prototiplerini imler veya popüler kültürün banalitesini yüceltir. Demontaj ve remontajla, yalnızca alıntılardan oluşmuş bir metin yazmak / derlemek ister.

Onun bu yaklaşımı, ‘homo ludens’ vektörü veriyor: ‘Dene-yanıl’ ile, hem insanın aynı bilgileri 4 eğitim düzeyinde yeniden yeniden okumasının anlamını, hem de aynı tözleri yeniden yeniden kullanıp uygun kompozisyonu oyun ile bulmayı anlarız.

Biz, 22. Yüzyıl için ikisinin dikmesini aldık. Dikme, bizi oyun ile (aynı zamanda edebi) bilgi-öteye taşıyacak.

(5 Mart 2012)

Demontaj ve Remontaj

Walter Benjamin yalnızca alıntılardan oluşacak bir kitap yazmak ister. Bunun için bir koleksiyoncu olması gerekir ve öyledir de: Öl(dürül)düğünde 400.000 parçası vardır.

Bu düşünceyi ondan alıntılayıp, yalnızca sıradan insanların yazdığı mektuplardan bir kitap derledim: ‘İstanbul Mektupları’. (Binlerce mektup toplamıştım ama bir ‘yeniden arınma cinneti’ sırasında,  hepsini yok ettim.)

O da ‘Berlin İnsanları’ adında bir mektup kitabı derlemiş ama uzun yıllar onun sıradan insanlarınkini değil de, yazarların mektuplarını içerdiğini öğrenememiştim. Yani Benjamin bile, ondan esinlenerek yaptığımı, kendisi kendi düşüncelerini kullanarak yapabilecekken yapmamış, büyük olasılıkla bunu akıl da edememiş.

Kültür 2 düzeyden oluşur:

Elit kültür ve sıradan kültür.

Elit kültür; bilim, sanat ve düşün ürünlerini içerir.

Sıradan kültür, antropolog Murdoch’un 1.000’li sayısal kodla kodladığı biçimde sınıflandırılabilecek, yaygın / niteliksiz konularda ürünler içerir.

O nedenle kültüroloji, bu ürünleri derler, ayıklar ve yeniden ve yeniden sınıflandırır; artı yorumlar, hatta aşırı yorumlar: Hem  Murdoch anlamında, hem Huizinga anlamında, hem de Benjamin anlamında.

Demontaj ve remontaj budur:

Kültürel ürünlerin ve metinlerin parçalarını yerinden söküp, ‘dene-yanıl’ ile yeni-kompozisyon metinlerde biraraya getirmek.

Bu bizi epistemolojik olarak aynı zamanda, ‘hiper-tekst’e (üst-metin, sıkı-örüntülü-yeni metin) taşır.

Bu yaptığımız da, Benjamin’in ve Huizinga’nın düşüncelerini demontaj ve remontajdır. Onlar üst-metinden haberdar değildi, çünkü ikisi de 2. Dünya Savaşı’nda ölmemeyi beceremedi. Hiper-tekst, daha sonraki tarihli bir moment taşıyor.

Tarihten 1 örnek:

Dünya sisteminin birçok demontajları ve remontajları var. Biz de ona, Türkiye’nin tarihini 9 dönem (3 adam + 3 darbe + 3 liberalizm) olarak, demontaj-remontaj ile yerleştirip, bir de Türkler’in 15 devleti ve 1. Cumhuriyet’i yıkmışlığını ekleyerek, 2. Cumhuriyet’in ne menem bir şey olabileceğine ilişkin demontajlar ve remontajlar deniyoruz ve yanılıyoruz.

Şu sonuç ortaya çıkıyor kabaca:

1. Cumhuriyet’i katılmayıp onu inkar edenler, şeriat devletini de beceremedi ve biz (1838’den) Tanzimat’tan beridir durduğumuz, ‘2 arada 1 derede’ ve ‘2 cami arasında, 0 namaz’ durumunu koruyor olarak kaldık.

Bu gerçekten övülecek bir durum. İroni yapmıyoruz, gerçekten öyle: Çin, yalnızca 20 yılda, aradaki 2.000 yılı kapattı ama ‘batılılaşmanın en ağır bedelini ödeyen ülke’ olarak tarihe geçti (ikincisi Vietnam’dır). (Çin’in durumu, Amerikalar’ın zencileri ve kızılderililerinden daha acınacak bir örnek durumunda: Her 2 grup da hala doğal konumlarında.)

Demek ki batılılaşma örneğinde olduğu üzere, insanlar tarihte ve biyografilerinde, aynı şeyleri birden çok kez yaşayarak, sonul bilgiye erebiliyorlar. Sonra, kuşak farkı gelince, o bilgi de buharlaşıyor ve tarih kolayca tekerrür ediyor durumda kalıyor.

Bir gelecekbilimci olarak biz de, bir oyun ve sıradan kültürü, ‘demontaj + remontaj’ kullalarak, 1 model kurma ve uygulama yolunu deniyoruz: İlginç ama modelimiz 6 yıldır işliyor. Kullandığımız yol, Çin-Türkiye arasında bir yerlerde vektörlü ve bu konum bir raslantı değil: Matematikteki ara değerler artı büyük sayılar kuramını kullanıyoruz ve model şimdilik işliyor.

1960’ta doğduğumda, M.Ö. 1000 tarihli bir takvime doğup, 38 yılda 10.000 yıl filan geçmek zorunda kaldım. Yine de biyografim, tarihe bir türlü nakşolamadı; yani o türden bir şizofrenim ve o türden bir gelecekbilimciyim.

Dolayısıyla deneylerimi kendi üzerimde ölene dek sürdürebilirim. Huizinga-Benjamin kerterizini / dikmesini gözden kaybetmeyeceğim, çünkü hala işe yarıyor.

Dipnot: Bundan sonrası başka metinlerin konusu.